"Ölüm hiçbir şeydir. Yaşamaksa herşey...
Sakın korkmayın ölümden.
Yalnızca eksik yaşamaktan korkun."

.....................

KATİL KİM?

Katil benim ve ben katilim. Doğrusu daha başlangıçta bile böyleydi bu. Belki
de bir aksiyomdu. Ama eminim şimdilik, kimse bunu anlayamayacak, hatta
sezemeyecek. Tanrım! Herkesin bilmediği şeyi bilmek, ama bunu başkalarıyla
paylaşamamak ne garip bir durum? Aslında öykü de, baştan beri garipliklerle
doluydu. Fakat gerçekti. Kurgunun kirletmediği ölçüde gerçek...
Gerçeği, hiç kuşkusuz en iyi Tanrı bilir. O; Adem'i ve onun oğullarını
bağışlayan kudret ve merhametin kendisidir. Ve bunu yaparken; insanoğlunun
ne kadar nankör -ya da en iyimser ifadeyle unutkan- olduğunun daha
başlangıçta bilincinde olan ilimin de... Tanrı; bilgisinin azımsanacak bir
kısmını biz insanlara da nasip etsin.
Ben -yalnızca zavallı bir Ademoğlu olan ben- Yüce Tanrı'nın affına sığınarak
gerçeği -en azından sadece bir gerçeği- betimlemeye çalışacağım. Doğrusu ben
de henüz buldum o gerçeği. Ve şimdi onu kurguyla kirletmeden -uydurmadan-
her şeyi anlatmak istiyorum size. Aslında insan uydurmayı pek sever. Ama
umarım ben uydurmam. Gerçeğin bilgisini, herhangi bir öykünün dışında
kaldığınız durumda daha kolay edinebiliyorsunuz. Fakat bu kez de işinize
yaramıyor. Öykümün içindeyken ben bile yakın bir gelecekte katilin kim
olacağını bilmiyordum. Kendi katilimin... Oysa bunu önceden anlayabilirdim.
Hem de sezgilerle değil, mantıksal çıkarsamalarla...
Şimdi; işte bu odada, cinayet mekanında -doğruluğundan kuşku etmeksizin-
söyleyebiliyorum bunu.

Maktul benim ve ben maktulum. Aynı zamanda ve aynı yerde
-yine doğruluğundan kuşku etmeksizin- bunu da söyleyebiliyorum. Fakat ölüler
söylese, bağırarak söylese bile bu neyi değiştirir?
Ölüm... Tanrım! Anladım ki ölüm birşey değilmiş. Bilseydim bu kadar
korkmazdım ondan. Ama yaşamak... Ah! Yaşamak anımsamaktı. Yaşamak kendi
tarihini yaşamaktı. Yaşamak, önce ciğerlerine doldurduğun, sonra da
üflediğin kutsal dumandı. Yaşamak; zorla sahip olduğun yabanıl bir kuştu.
Yaşamak; parmaklarının arasındaki mızrap, ya da altındaki bilgisayar
klavyesiydi. Yaşamak; karanlıkta ölgün ay ışığına bakarak gülümsemekti. Ve
yaşamak; yüzüne dokunduğun sevgiliydi. Ya da onun -hiç dokunmadığın-
imgesi...
Fakat ölüm... Evet, ölüm hiçbir şeydi. Tıpkı benim gibi eni sonu sizin de
yapıp edeceğiniz şey değil miydi ölüm? Sakın korkmayın ondan. Yalnızca eksik
yaşamaktan korkun.
Sanıyorum az sonra cinayet masasından polisler gelecek. Ama onlar beni
duyamaz. Kimse beni duyamaz. Bense her şeyi duyabiliyor, dahası
görebiliyorum. Baksanıza, dışarıda yağmur çiselemeye başladı. Odanın
pencerelerine düşen su tanecikleri, camın yüzeyinde küçük, ince-uzun
yükseltiler oluşturmuş kıvrıla kıvrıla aşağılara doğru süzülüyorlar. Henüz
canlı bir vücuda ait ve o vücudun boyunduruğundan kurtulmak istercesine
dışarı fırlamış kol damarlarına benzetebilirim onları.
Fakat alnımdaki şu kurşun yarası... Nasıl da yanıyor. Tıpkı genç bir kızın
ateşli dudakları gibi...
Odanın penceresinin ardındaki kavak ağacına bir bakın. İnce dalları,
rüzgarın etkisiyle geniş salınımlar çiziyor. Başlangıçta hiçbir yörüngeye
girmeksizin, rastgele devindiğini sanabilirsiniz onların. Ama emin olun;
yörüngelerini ve ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Hiç olmazsa biz
insanlardan daha iyi...
Fakat şu kurşun yarası... Evet, gerçekten ateşli dudaklar gibi...
Ağacın dallarıyla birlikte salınan yaprakların hışırtısını duyabiliyorum.
Yağmur şimdi onları ıslatmaya başladı. Islansınlar. Su, yaşamın kendisidir
onlar için. Tanrım! Doğa; işte burada, hemen yanıbaşımda. Ağlıyor, sessizce
ağlıyor. Ama umarsızlıktan değil, memnuniyetle kabullenilmiş bir
zorunluluktan ötürü ağlıyor. Yağmur tanecikleriyse onun gözyaşları.
Şimdi bir şimşek çaktı. Henüz kararmamış gökyüzünün maviliğini benden
gizleyen kurşuni bulutların arasında -bir yılanın hızıyla- kıvrıldığını
görebildim onun. İşte şimdi sesini -gök gürültüsünü- de duydum. Ses, her
zaman görüntüden sonra gelir duyu organlarınıza. Ve ondan daha önemli
değildir. Aslında görüntü anlatır her şeyi. Mesela sevdiğinizin gözleri,
dudaklarından daha çok şey söyler size. Sevdiğiniz, genellikle ve hatta her
zaman suskunluğuyla birşeyler anlatmaya çalışır. Ama siz onu anlamazsınız,
zoraki konuşmasını istersiniz ondan. Sizi betimlemesini. Ya da ne bileyim,
bir başka herhangi bir şeyi...
Oysa şimdi benim gibi ölü olan komünist bir şairin deyişiyle, 'En güzel söz,
henüz söylenmemiş olan sözdür.' Üstelik bazı sözler vardır ki, söylenmemesi
gerekir. Hele de benzetişim yüklüyse ve daha da önemlisi aforizma özelliği
taşımıyorsa....
Sözgelimi aşık olduğunuz entelektüel bir kıza onun güçlülüğünü ve
güzelliğini anlatmak için 'Tıpkı dişi bir antilopa benziyorsun' derseniz
size gücenmez. Hatta benzetişimi memnuniyetle karşılaması bile olasıdır. Ama
ona -güçsüzlüğünü ve zerafetini anlatmak için- 'Tıpkı bir çekirgeye
benziyorsun' derseniz daha şimdiden kaybetmişsinizdir. Tabii eğer onunla
kazanmak veya kaybetmek için savaşıyorsanız. Sonra da 'kazanmakla kaybetmek
aynı şeydir' der durur ve böylelikle kendinizi avutursunuz. Bir de buna;
yerinde bir özverinin neden olduğu 'ısrarcılıkla' yersiz bir özgüvenin yol
açtığı 'kendin kaybedersin' görüşünün diyalektik olmayan çelişkisi eklenince
yenilginizin şiddeti daha da artar. Fakat siz bu yenilgiyi kabul etmez, ya
da daha doğrusu kabul etmek istemezsiniz.
Oysa diyalektik düşmanınızla kazanmak veya kaybetmek için
savaşmamalısınızdır. Eğer, çatışma sizin iradenizin dışında başgöstermiş ve
giderek diyalektik bir savaşa dönüşmüşse daha başlangıçta kazanmışsınızdır.
Çünkü her diyalektik savaşın mutlaka size kazandırdığı birşeyler vardır.
Tabii aynı zamanda diyalektik düşmanınıza da...
Gök gürültüleri derin sessizliği ara ara yırtıp geçiyor şimdi. Korkuyorum.
Demek, ölüm korkusundan başka korkular da varmış. Kurşuni bulutlar da
devinmeye başladı. Rüzgar onları nereye götürüyor? Doğa başka bir yerde mi
ağlamak istiyor yoksa? Oysa başlangıçta benim için ağlamak istediğini
sanmıştım. Sırtım üşüyor. Dışarıda şiddetli bir rüzgar esmeye başladı
galiba.
Ah! Doğanın kendisinden başka her şey nedensiz, fakat sonlu bir sessizliğe
bürünmüş. Herkesin bir tarihi vardır. Kim söylemişti bu birbiriyle
bağıntısız sözleri? Anımsamıyorum. Ama bunları iki ayrı yerde -yerli
yerinde- kullanmış da olabilir. Belki ve hatta daha büyük bir olasılıkla ben
yersiz konuşuyorum. Ama kim söylemişti? Büyük bir düşünür veya yazar
olabilir. Ya da tam tersine acemice düşünen ve yazan bir genç...
Her neyse, bu önemli değil. Bir başka herhangi biri, sizin söylemek
istediğinizi mutlaka sizden önce söylemiştir. Size, yalnızca onu yerli
yerinde kullanmak kalır. Hoş! Ben onu da yapamıyorum ya.
Hava, yavaş yavaş kararıyor. Bulutlar da hareketsizleşti. Tanrım, ne güzel!
Demek ki gitmekten vazgeçtiler. Doğa burada, hemen yanıbaşımda, benim için
ağlayacak şimdi. Onu seviyorum. Çünkü o, hiç olmazsa biz insanlardan daha
iyi...
Ve alnımdaki şu kurşun yarası tıpkı genç bir kızın ateşli dudakları gibi.
Ama... Ama sen hiç ateşli bir dudağın sıcaklığını hissetmedin ki... Yeter
artık. Bırak şu ateşli dudakları. Ateşli dudaklar hayatta kaldılar. Onların
zamanı değil şimdi.

Aman Tanrım! Bu da ne? Garip sesler duyuyorum. Ama besbelli doğaya ait
değiller. Çünkü ona ait olamayacak kadar sakınımlı, tekdüze ve ardışık
sesler bunlar. Evet, evet öyle. Dikkatli dinlerseniz siz de anlarsınız.
Sakın bir insanın -yalnızca bir insanın- ayak sesleri olmasın. Neden olmasın
ki? Niçin sakınalım ki? Hem niye olmaması gerekiyormuş gibi konuşuyorsun ki?
Olsun, ne olacaksa olsun. Lanet de olsun.
Sesler yaklaşıyor. Adımlar, yine adımlar ve hep adımlar... Biri,
merdivenleri çıkıyor olmalı. Ama merdivenleri çıkma eyleminin etkin öznesini
nereye götürdüğünü çok iyi bilen adımlar bunlar. Tanrım! Benim; burada, ölü
halimle, öylece yattığımı kim bilebilir ki? Gerçi bunu bilmeden gelme
olasılığı da var. Ama cinayet masası polisleri geliyor olamaz. Evet,
kesinlikle olamaz. Çünkü polisler, hiçbir yere
-hele de bir cinayet mekanına- bu kadar sakınımlı adımlarla ve tekbaşlarına
girmezler. Onlar mümkün olduğunca sakınımsız ve dahası -hemen her zaman-
birden fazladırlar.
Tamam, son basamağı da çıktı. İşte geliyor, şimdi geliyor, hemen geliyor.
Geliyor, geliyor, geliyor.
Ve geldi.
Heyyy! Tatlı kız. Seni anımsıyorum. Karanlıkta ölgün ay ışığına bakarak
gülümsemeni de... Evet, öznel tarihimin en büyük noktasıydın sen. Belirgin
bir noktaydın. Hem de başka bir noktayla birleşince sağlam bir çizgiye
dönüşebilecek kadar belirgin... Onurlu ve güçlü bir noktaydın. Başka hiçbir
noktayla birleşmeden de sağlam bir anıt gibi yalnızbaşına duracak kadar
güçlü...
Kim olduğunu biliyorum. Ne iş yaptığını da... Ama burada ne arıyorsun?
Doğrusu bunun ayrımında değilim. Hadi! Sen söyle. Neden buradasın? Dur! Ne
oldu? Korktun mu yoksa? Gözlerinin faltaşı gibi açıldığını buradan bile
görebiliyorum. Ve çok değil, az öncesine kadar buğday tenli olduğunun
biricik kanıtı gibi duran yüzünün sarardığını da ileri sürebilirim. Ama
tüylerinin diken diken olup olmadığını bilmiyorum. Çünkü -uzak bir
mesafeden- bunun ayrımına varacak kadar duyarlı değilim. Hiç kimse bu kadar
duyarlı değildir. Çığlık atmayı düşünmüyorsun değil mi? Hele gitmeyi asla...
Gitmek sana yakışmaz. Hem bak, yavaş yavaş alışıyorsun bana.
Ben yalnızca bir ölüyüm. Artık sana zarar veremeyecek kadar ölü... Evet, ben
eylemsiz bir ölüyüm. Artık seninle konuşamayacak kadar ölü... Ve ben gerçek
bir ölüyüm. Artık seni sevemeyecek kadar ölü...
Ah! Gözlerin... Gözlerinin bir baykuşunkinden daha az etkileyici olmadığına
yemin edebilirim. Hep öyleydiler zaten. Yüzün... Tanrım! Yüzün de en az bir
antilopunki kadar biçimli. Doğrusu yıllar önce de öyleydi. Ve ellerin...
Evet, ellerin bir bebeğinkinden daha pürüzlü değil, hatta onunkinden
pürüzsüz. Eski hallerini de anımsıyorum ellerinin. Hiç değişmemişler.
Hadi! Durma öyle. Gel. Bu halimle zararsız bir böcekten farksızım. Artık
benden korkmayabilirsin. İnsan; gerçeklerden değil, olası gerçeklerden
korkar. Bense olasılıkları gerçeğe dönüştüremeyecek ölçüde iradesizim. Sense
özgürsün. Fakat unutma! Özgürlük de bir tutsaklıktır. Bilincine varılmış
tutsaklık... Nasıl ki tutsaklık, bilincine varılmamış özgürlükse...
Ama yine de benden korkmamaya karar verebilecek kadar özgürsün. Hadi! Bir
karar ver ve kararına sıkı sıkı sarıl. Bu, hiç olmazsa bana sarılmaktan
kolaydır. Ve dahası zaten bir karar vermen gerekiyor. Karar vermek her zaman
daha iyidir. Çünkü en kötü karar bile, kararsızlık kadar kötü değildir.
Güzel, çok güzel! Yüzünün kıvrımlarındaki endişe ve hatta korku, yavaş yavaş
yitmeye başladı. Anlaşılan benim bu ölü halime daha şimdiden alıştın. Öyle
ki, artık benden korkmuyorsun. İşte şimdi bir adım attın. Kararlı ve güçlü
bir adım... Anımsadığım kadarıyla şimdiye kadar bana doğru attığın ilk adım
bu. Kutsal bir adım...
Evet, gel. Öylece gel. Yavaş yavaş gel. Salına salına gel. Duraksamadan gel.
Gel; ölümümün biricik ereği. Gel; içimdeki sevgisel inancın duyumu. Gel;
katışıksız, ama acı gerçeğim. Tanrının bana -hem de artık bir ölü olan bana-
verebileceği en güzel hediyesin sen. Ah! Gelirken ne kadar da güzel
görünüyorsun. Oysa -şimdi adını hatırlayamadığım bir yazarın deyişiyle-
insanlar giderken güzel görünürler.
Tanrıya şükürler olsun. Artık seni sevmiyorum. Çünkü seni sevemeyecek kadar
ölüyüm. İnsanlar ölüyken sevemezler. Fakat gariptir, yaşarken sana duyduğum
sevgiyi ve dahası 'seni' betimleyebiliyorum. Hayattayken bir türlü
yapamamıştım bunu. Betimleyebildiğim şey artık benim aşkımdır. Ama sen benim
aşkım değilsin. Yalnızca geçmişteki sevgimi anımsatıyorsun bana. Senden bile
daha fazla sevdiğim sevgimi...
Tanrım! Onu bana yaz. Şimdi yaz Tanrım! Geç kalmadan... N'olur Tanrım! Hadi
yaz, hemen yaz. Ben yaşarken yazmadın, hiç olmazsa ölüyken yaz. N'olur,
n'olur, n'olur. Ne istersen yaparım. Yeter ki onu bana yaz. Yalvarırım
Tanrım! Yazmakla birşey kaybetmezsin. Onu bana yaz. Hemen, şimdi, şu an...
Ve artık çok geç olmadan...

Heyyy! Lanet olsun! Kes sesini artık. Neler oluyor sana? Geveze
suskunluğunla yine gereğinden fazla konuşmaya başladın. Tek yapman gereken
çocukça dualar etmeyi bırakmak ve bütün bunları unutmak, anlıyor musun?
Şimdi sus ve yalnızca dinle. Dinle ki, dışarıdan gelen garip seslere -o işe
yaramaz beyninle- bir anlam verebilesin.
Bir kez daha garip sesler duyuyorum ve yine doğaya ait değil bu sesler.
Sakın polisler geliyor olmasın! Galiba onlar. Evet, çünkü siren sesleri
derin sessizliği ara ara yırtıp geçmeye başladı şimdi. Siz de dinlesenize,
ne kadar da sakınımsız ve karmaşık sesler bunlar. Ve yalnızca bir polis
aracının sireninden çıkmasına rağmen ne kadar da çoğul... Ernest
Hemingway'in çanları değil, polislerin sirenleri çalıyor. Kimin için? Tabii
ki benim için...
Evet, cinayet masası polisleri geliyor. Ama... Ama, o hala burada olmalı.
Heyyy, tatlı kız! Gözlerimle seni arıyorum, neredesin? Çok garip! Az önce
bana doğru geliyordun. Öylece, yavaş yavaş, salına salına, duraksamadan....
Peki ya şimdi... Şimdi neredesin? Seni hiçbir yerde göremiyorum artık.
Tanrım! Duyusal yetilerimi yitirdim mi yoksa? Yoksa insanlar; ölür ölmez
değil, öldükten bilmem şu kadar sonra mı duyarlılıklarını yitirirler? Gerçi
havanın artık tamamen karardığını ayrımsayabiliyorum. Evet, gün ışığının son
kalıntıları bile karanlığa yenildiler şimdi. Ve sen de tatlı kız, belki
karanlıktan -belki de sirenler çalarken benim şaşkınlığımdan- yararlanıp
uzaklaştın buradan. İyi ki gidişini görmedim. Çünkü bundan nefret ederim.
Giderken hiç de güzel görünmezdin. Ama gitmeliydin. Olması gereken buydu.
Gerçek; olması gereken şeydir. Ve her zaman güzel değildir.
Polisler geldiğinde burada olmamalıydın. Çünkü bundan, 'katilin sen olduğu'
sonucunu çıkarabilirlerdi. Gerçi otopsi gerçeği gösterecekti onlara. Ama
-bilimsel anlamda- kuşkucu değil, peşin hükümlüdür onlar. Yanıbaşlarında
olan gerçeği, -bulunmadığı- başka her yerde ararlar. Ve yanıbaşlarına bakana
dek kendi gördüklerini gerçek kabul edip ona göre davranırlar.
Onlar yanılır, fakat bunun yükümünün altında sen ezilirsin. Neden onlardır,
fakat sonuç seni etkiler. Yanılmak birşey kaybettirmez insana. Hatta yeniden
deneme hırsı vererek birşeyler kazandırır. Ama ağır bir yükümlülük... Evet,
onunla yaşamak zordur. Ama hayatın kendisinden daha zor değildir. Çünkü
yaşamak, en ağır yükümlülüktür.
Polislerin neden olduğu bir yanılgının sonuçlarına senin katlanmanı
istemezdim. Hiçbir seven istemez bunu. Ve artık kaybedecek birşeyi olmayan
ölü bir seven asla... Bütün bunları sen de bildiğin için gittin. Gidişine
üzülmüyorum. Yalnızca -ilk kez de olsa bana gelemeden- gidişine üzülüyorum.

Bu arada sesler farklılaştı. Artık merdivenleri çıkan birden fazla insanın
adım atışlarının sesini duyabiliyorum. Kimbilir; Pink Floyd'un üyeleri
burada olsalardı bu sesleri kaydeder, sonra da "Who is the Murder?" adlı
yeni bir albümde kullanırlardı.
Tanrım! Şimdi de bağırmaya başladılar. Ne dediklerini tam anlayamıyorum. Ama
birazdan gelip burada katilin kim olduğu konusunda mantık yürütmelerde
bulunacaklar. Teknik detaylar, cinayet silahının özellikleri, ya da buna
benzer şeyler konuşulur olacak artık. Acaba hemen yanıbaşlarındaki gerçeği
zamanında görebilecekler mi?
Olanlara müdahale etmemeliyim. Hoş istesem de yapamam bunu... Yalnızca olup
bitenleri betimleyebilirim. Ve onu yapmalıyım artık. Daha fazlasını değil...
Doğrusu monologların zamanı geçti. Şimdi diyaloglar başlamalı. Zaten öykünün
başından beri ben konuşuyorum. Tanrım! Ne kadar da bencilim. Artık başkaları
konuşmalı. Bense -o başkalarının sözünü ara ara kessem de- dinlemeliyim.
Dinlemek öyle güzel ki....

"Bu katta da yok Başkomiserim" diye bağırıyor tiz bir ses.
Başkomiser, -cevap verdiğine göre Başkomiser olmalı- "Öyleyse dördüncü
kattadır Kazma" diyor azarlayıcı bir üslupla.
Kazma'nın, bu üsluptan hoşnut olmadığını buradan bile anlayabiliyorum. Çünkü
ses tonu bunu ele veriyor:
"Tamam Başkomiserim kızmayın. Yalnızca olanı söyledim size."
Başkomiser'in sesi, bu kez merdivenlerden aşağı doğru süzülüyor:
"Metal! Elini çabuk tut. Hadi sizler de... Dördüncü katta olması lazım."
"Geliyoruz Başkomiserim" diyor Metal, olabildiğine yüksek bir sesle.
Bir süre suskunluk... Şimdi yalnızca ayak seslerini işitiyorum onların.
Merdivenleri pek de sert adımlarla çıkıyorlar. Doğrusu şimdi, bu odada,
yaşayan bir katil olarak bulunmak istemezdim. Merdivenlerle sert adımlar
atarak hesaplaşan polisler, kimbilir bir katille nasıl hesaplaşırlardı?
Ölmek -ya da daha doğrusu ölü olmak- tam da böyle durumlarda insanın işine
yarıyor demek ki.
İşte şimdi içeri bir polis girdi. Orta boylu, zayıf ve ince belli bir adam
bu. Başkomiser'in, 'Kazma' dediği polis olmasın! Galiba o. Çünkü herhangi
bir sapa, kazma olabilecek özelliklerin hemen hepsini bedeninde
barındırıyor. Yüzü de... Nasıl söylesem? Tamam! Neredeyse bir tapirinki
kadar 'U' harfine benziyor yüzü.
Ve ikincisi de odaya adımını attı. Ama bu adam, kısa boylu ve tıknaz. Nasıl
görmek istiyorsanız öyle görebilirsiniz onu. Yani istediğiniz her şeye
benzetebilirsiniz. Sözgelimi besili bir Hollanda ineğine, ya da bir
zebraya....
Aslında insanların hepsi bir hayvana benzerler. Ama bu, bizler için
genellikle kabul edilemez birşeydir. Çünkü ademoğlunun benzetilmekten hoşnut
olacağı -ya da en azından rahatsızlık duymayacağı- hayvan pek azdır. Bazı
kuşlar, hızlı koşan memeliler, kedigiller, balıklar ve renkli böcekler bu
gruba girerler. Ama uçan memeliler, sürüngenler, omurgasızlar, primatlar,
siyah böcekler ve diğerlerinden oluşan ikinci gruba üye hayvanlar,
insanların benzetilmek istemeyeceği hayvanlardır.
Yine gereğinden fazla konuşmaya başladım. Kahramanları betimlerken ipin
ucunu kaçırdım galiba. İpin ucuyla birlikte diyalogları da kaçırabilirim.
Hem, Başkomiser ve diğerleri odaya girip daha şimdiden konuşmaya başladılar
bile. Olanları size aktarmak istiyorum. Ama artık diyaloglarda şimdiki zaman
kipini kullanmamalıyım. Çünkü böylece 'anlatmak' o kadar zor ki...
Bilinen geçmiş zamanla 'anlatmak' en iyisi...

"Heyyy! Şuna bakın. Maktulün elinde bir silah var" dedi kısa boylu, zayıf
bir polis; kafasını kaşıyarak.
"Bu da ne demek oluyor?" diye sordu, giyiminden Başkomiser olduğu anlaşılan
adam. "Metal, şu silahı hemen al ve seri numarasına bak. Çıplak elle
dokunma. Parmak izleri silinebilir."
Uzun boylu, ablak suratlı Metal, Başkomiser'in söylediklerini gözleriyle
onayladı ve elimdeki silahı usulca çekti. Ona direnmedim. Zaten istesem de
yapamazdım bunu.
Silahı bir süre inceledikten sonra Başkomiser'e döndü:
"9 mm. çapında Tarıq. Seri numarası silinmiş. Kuvvetle muhtemel namlusu da
değiştirilmiş."
"Lanet olsun" dedi Başkomiser. "Bu, çok kötü. Silahın daha önce nerede
kullanıldığını tespit edemeyiz."
"Heyyy! Bir de şuna bakın. Maktulün alnında kocaman bir oyuk var"
dedi yine kısa boylu, zayıf polis; alnıma bakıp yüzünü buruşturarak.
"Çok acınası bir halde" diye onayladı Başkomiser.
Polisin yaptığının tersine alnıma bakıp sırıttı.
"Bitişik atış sözkonusu" diye devam etti aynı polis, Başkomiser'e
bakmaksızın.
Düşük omuzlu, patates burunlu Başkomiser, onun sözlerini tamamladı:
"Katil, namluyu maktulün alnına dayayıp ateş ettiğine göre ona büyük bir
ceza vermek istemiş olmalı."
"Fakat maktulün elinde bir tabanca vardı. İntihar olamaz mı?" diye sordu
aynı polis.
Başkomiser birden köpürdü:
"Yeter artık Filozof. Yol boyunca elinde hiçbir bulgu olmadığı halde bu
olasılığı gündeme getirdin. Bu adam öldürüldü anlıyor musun? Hatta katilin
kim olduğunu biliyor, en azından tahmin ediyoruz. Katil, pekala cinayet
silahını maktulün eline koymuş olabilir. Parmak izi testinden sonra bunu
anlarız. Üstelik cinayet başka silahla işlenmiş de olabilir."
"Ama bitişik atış..." diyecek oldu Filozof.
Başkomiser sesini alçaltmaksızın araya girdi:
"Bitişik atış olabilir. Ama intihar yok. Maktul gazeteciydi. Ve önemli bir
belgeyi ele geçirmişti. İşte tam da bu yüzden öldürüldü. Şimdi anladın mı?"
Filozof sustu. İnsanlar genelde susarken onaylarlar. Ama Filozof'un,
Başkomiser'in az önce söylediklerini onaylamaksızın sustuğu her halinden
belliydi.
Başkomiser ise bunun ayrımında değildi. Yine Metal'e döndü ve "Çevrede boş
kovan buldunuz mu Metal?" diye sordu uzlaşmacı bir ses tonuyla.
Metal, baş ve işaret parmaklarının arasına aldığı kovana gözlerini kısıp
baktıktan sonra neredeyse mırıldandı:
"9 mm'lik bir boş kovan bulduk."
"Nerede?" diye sordu Başkomiser daha da ilgilenerek.
"İşte şu masanın yanında. Yani maktulden yaklaşık beş metre uzakta."
"Bu durumda nereden ateş edilmiş olabilir?"
"Çok garip" diye araya girdi Filozof.
Başkomiser bu kez ona döndü:
"Neden garip?"
"Bitişik atış ve maktulden beş metre uzakta bir kovan. Bunu anlamadım" dedi
Filozof, zihnindeki bulanıklığı sanki yüzüne de yansıtarak.
"Evet, gerçekten garip" diye onayladı bu kez Başkomiser. "Bu, maktulü
öldüren kurşunun kovanı olamaz. Belki katil, maktulü vurduktan sonra ya da
önce bir el boşa ateş etmiştir. Başka bir kovan daha olmalı."
Filozof; meraklı bir ses tonuyla, "Neden böyle bir şey yapsın ki?" diye
sordu.
Başkomiser düşünmeksizin yanıt verdi:
"Bizi yanıltmak istemiş olabilir."
"Evet, bu bir olasılık. Ama gerçek değil" dedi Filozof, takma adına yaraşır
bir üslupla.
"Aristos, Aristos" dedi Başkomiser, "Her gerçek başlangıçta yalnızca bir
olasılıktır. Olasılıkları bir kenara atarsak muhtemel gerçekleri de yadsımış
oluruz."
Ve odanın penceresinden gecenin karanlığına bakarak gülümsedi.
Yeniden sustular. Şimdi yalnızca düşünüyorlardı. Tanrım! Böylece ne kadar da
umarsız görünüyorlar. Eğer siz de burada olsaydınız, gerçeğin soluyuşlarını
duyumsayabilecek kadar ona yakınken, şiddetle onu arayan bu insanların
zavallılığına tanık olabilirdiniz. Evet, insan gerçek karşısında acınası bir
haldedir. Böyle durumlarda insan usu da; yalnızca bir zavallıdır ve
zavallıdan başkasına da yol göstermez. Gerçek kendini gizler, us ise onun
peşinden koşar. Ve doğrusu -gerçek de dahil- sizden kaçan birşeyin peşinden
koşmak zavallılık göstergesidir.
"Kurşunun hangi silahtan çıktığı önemli" dedi Başkomiser, sessizliği yırtan
tok sesiyle.
"Sakın İtalyan yapımı Baretta olmasın" diye atıldı Metal, yeni edinilmiş bir
bilgiyi müjdelercesine.
"Aristos, Aristos" dedi Başkomiser. "Bunu nerede buldunuz?"
"İşte burada, masanın altında" dedi Metal, coşkulu bir ses tonuyla.
Bunu söylerken gözleri ışıl ışıldı.
Başkomiser, gözlerini daha da kıstı ve "Seri numarası ne?" diye sordu.
"B 916612 T" dedi Metal.
Sanki 22 kalibrelik İtalyan yapımı bir Baretta'dan çıkan kurşunların hızıyla
değil, bir MG-3'ten çıkan mermilerin hızıyla söylemişti bunu.
Başkomiser, gerçeği arayan polis havasına daha da büründükten sonra emirler
vermeye başladı:
"Az önce bulduğun kovanı tekrar incele. Hangi silahtan çıktığını bul. Sonra
Notebook'u aç. Kayıtlara gir. Silah nereden alınmış? Nerelerde kullanılmış?
Eğer katilin silahıysa onun eline nasıl geçmiş? Bunların hepsini öğren.
Hadi! Çabuk ol."
"Peki, peki" diyebildi Metal uysallıkla.
Sonra Notebook'u masanın üzerine koydu ve klavyenin tuşlarına -onları
okşarcasına- yavaşça dokunmaya başladı.
Ansızın odaya, şimdiye kadar hiç görmediğim bir adam girdi ve yine şimdiye
kadar hiç duymadığım sesiyle, "Merhaba. Kolay gelsin" dedi.
"Kolaysa başına gelsin" diye karşılık verdi Başkomiser, sanki onu
tanıyormuşçasına.
Adam orta boylu, zayıf ve ince yüzlü biriydi. Koyu siyah renkli gözleri ve
-şimdi onları alnından akan ter damlacıklarından koruyan- sık, biçimli
kaşları vardı. Küçük dudakları önce Başkomiser'e bakıp sırıtmak, sonra da
konuşmak için devindi:
"Korkarım başıma geldi bile."
"Aristos, Aristos" dedi Başkomiser. "Sen de kimsin?"
Adam, cebindeki kimliği çıkarıp gösterdikten sonra, "Teftiş Kurulu'nda
görevliyim. Sayın Başkan'ın talimatıyla bir soruşturma yürütüyorum" dedi,
bütün uysallığıyla.
Başkomiser tatmin olmadı:
"Bakın Müfettiş! Burada bir cinayet sözkonusu ve dahası bu cinayet bizim
bölgemizde işlendi. Sizi nasıl görevlendirdiler bilmiyorum ama bu cinayeti
yalnızca biz soruşturabiliriz."
Müfettiş genzini temizledikten sonra, "Anlıyorum. Fakat işinize
karışmayacağım. Sayın Başkan yalnızca maktul hakkında bilgi toplamak üzere
görevlendirdi beni" dedi.
Şimdi az öncekinden daha uysal görünüyordu.
Başkomiser onun söylediklerini onaylarcasına sustu. Artık onunla
ilgilenmiyordu. Olasılıkla, işinin başından aşkın olduğunu düşünüyordu. Ve
bir de başka herhangi birşeyle ilgilenecek durumda olmadığını...
Alt dudağını, dişleriyle ortasından yakaladı ve kemirmeye başladı. Bir süre
böylece düşündükten sonra Metal'e döndü:
"Baretta'nın macerasına ilişkin birşeyler bulabildin mi Metal?"
"Hem de neler buldum. Silah bundan 4 yıl önce Bulgaristan'dan getirilmiş.
Önce Emayti'ye çalışan bir görevlinin üzerine kayıtlıymış. Sonra kaçakçılık
yapan bir çete üyesinin eline geçmiş. Ve iki ayrı cinayette kullanılmış."
"Ne cinayeti?" diye sordu Başkomiser.
"Biri, iki yıl önce başka bir gazetecinin ölümüyle sonuçlanan olay. Diğeri
de bir müfettiş cinayeti."
"Çete üyesi kim?" dedi Başkomiser, Metal'e doğru yaklaşarak.
Metal, Notebook'u çevirdi ve ekrandaki tüm bilgileri ona gösterdi:
"İşte bütün faaliyetleri burada. Silahı, nerede ve nasıl kullandığı da..."
"Aristos, Aristos" dedi Başkomiser. "Biz de zaten katilin bu adam olduğunu
tahmin ediyorduk."
Şu ana kadar bütün çekingenliğiyle etrafı gözleyen Müfettiş söze karıştı:
"Katil kim?"
Başkomiser, kekre bir hurmayı tatmışçasına yüzünü buruşturduktan sonra,
"Yalnızca maktulle ilgilenecektiniz. Katille değil" dedi.
"Doğru. Ama bunu yaparken maktulün geçmişteki yaşantısına ilişkin
olasılıkları gerçek kabul edip ona göre akıl yürütmelerde bulunmuyorum. Siz
ise olasılıkları gerçek kabul ediyorsunuz."
"Aristos, Aristos" dedi Başkomiser. "Her gerçek başlangıçta yalnızca bir
olasılıktır."
"Evet, her gerçek başlangıçta bir olasılıktır. Fakat her olasılık gerçek
değildir. Yanyana getirilince birbirini tamamlayan birden fazla olasılık
da..."
"Sen kim olduğunu sanıyorsun? Müfettiş falan değilsin. Evet, gerçek
görevinin ne olduğunu biliyorum."
"Gerçek ne? Ya da daha doğrusu gerçek görevim ne?"
Başkomiser, Müfettiş'in bu sorusuna içerlemiş görünüyordu. Derin bir nefes
aldı ve alaycı bir ses tonuyla ona yanıt verdi:
"Bakın Bay Müfettiş! Bazı şeyler bilinir, ama dillendirilmez. Siz, hiç
çekingen bir kızla bir gencin davranışlarını gözlemlediniz mi? Her ikisi de
karşıdakinin ne düşündüğünün, ya da ne yaptığının ayrımındadır. Belki her
ikisi de birbirini seviyordur, ya da en azından birbirlerinden nefret
etmiyorlardır. Ama duygu, ya da düşüncelerini dile getirmezler. Aslında,
bıraksanız birbirlerinin arkalarından saatlerce bakabilirler. Ama gözgöze
gelmek istemezler. Hatta birbirlerinin gölgelerinden çekinirler. Özetle şunu
demek istiyorum. Karşılıklı olarak bilinen şeyler bazı çekincelerden ötürü
konuşulamaz. Bu bir doğa yasasıdır."
"Söylediklerinizden hiçbir şey anlamadım. Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu
Müfettiş, kaygılı bir ses tonuyla.
"Aristos, Aristos" dedi Başkomiser. "Pekala biliyorsunuz. Ben de sizin hangi
görevde olduğunuzu biliyorum. Özür dilerim ama, sizinle aynı işi yapan
insanların üzerine kayıtlı olan silahlar daha sonra çete üyelerinin eline
geçiyor. Ve sonra da az önce tespit ettiğimiz gibi bazı cinayetlerde
kullanılıyor."
"Haddinizi aşıyorsunuz. Böylesine hassas bir konuda iki olasılığı yan yana
getirip onu gerçek kabul etmek tehlikeli sonuçlar doğurabilir" dedi
Müfettiş, kızgınlıkla.
"Asıl haddini aşan sizsiniz. Burada bir soruşturma yürütülüyor. Ve siz de
buna engel oluyorsunuz" diye çıkıştı Başkomiser.
Müfettiş ona karşılık vermedi. Yalnızca sinirli sinirli soluyuşunu
işitebildim onun. Bir de umarsız adımlarla odadan ayrılışını görebildim.
Bir süre sustular. Sessizlik, neden sonra Metal'in boğuk sesiyle bölündü:
"Maktulün yanında yeni bir kovan bulduk Başkomiserim."
Başkomiser bu kez umursamaz bir tavırla, "Ne kovanı?" diye sordu, sormak
zorunda olduğu için.
"Tarıq marka tabancadan çıkmış" diye yanıtladı Metal, yine de az önceki
heyecanını yitirmeden.
"İşte bu önemli" dedi Başkomiser. "Ama cinayette hangi kurşun kullanıldı?
Maktulün beynini parçalayan kurşun hangisi?"
"Acaba cinayet mi?" diye araya girdi Filozof.
"Her koşulda cinayet" dedi Başkomiser. "Çünkü intihar da bir cinayettir."
Sonra odanın dört bir yanında sessizce çalışan polislere döndü:
"Hadi! Toparlanın. Muayenesi yapılacak herşeyi alın. Maktulü morga götürecek
ambulans gelmek üzeredir."
Şimdi gitme hazırlıkları yapılıyordu. Polislerden biri hariç hepsi, artık
benden başka şeylerle uğraşıyorlardı. Fakat biri; evet biri, yanıbaşımda
yattığım yeri tam da vücudumun kıvrımlarına uyacak şekilde tebeşirle
çiziyordu.
Bir süre onu izledim. Sonra sıkıldım ve Başkomiser'e döndüm. Şimdi
konuşmuyordu. Ama olasılıkla, gitmeden önce birşeyler söyleyecekti. Acaba
cinayetin gizini çözmüş müydü? Az önceki konuşmalarına bakılırsa bu pek
mümkün değildi. Ama polislerden biri mutlaka cinayetin ardındaki sis
perdesini aralayacaktı. Gerçeği bulacak biri her zaman vardır.
"Bu işten birşey anladınız mı?" diye sordu Filozof, Başkomiser'e dönüp.
"Hayır" dedi Başkomiser. "Bunun için henüz erken olabilir."
"Doğru" diye onayladı Filozof. "Otopsi gerçeği gösterecektir."
"Aristos, Aristos" dedi Başkomiser. "Gerçeği otopsi gösterecektir."

Evet, onların söylediği gibi gerçeği otopsi gösterecekti. Ama yalnızca
onlara... Çünkü ben zaten gerçeği biliyorum. Artık kendi öyküsünün bile
dışında olan bir ölü olduğum için biliyorum onu. Onlar ise yaşadıklarından
ötürü aslında benim olan öykünün içindeler. İşte tam da bu nedenle henüz
gerçeğin bilgisini edinemediler.
Şimdi beni morga götürüyorlar. Polisler gitti. Hastane görevlileri de az
önce geldiler cinayet mekanına. İki suratsız adam beni sedyeye yatırıyorlar
şu anda. Oysa ben buradan gitmek istemiyorum. Burayı çok sevmiştim. Çünkü
kişisel tarihimin en büyük noktası olan öznenin bana doğru ilk adımlarını
attığı tek uzamdı burası. O; polisler gelmeden önce buradan ayrılmıştı ve
beni kendi imgesiyle başbaşa bırakmıştı. Tıpkı yaşarken olduğu gibi...
Ah! Aslında ben onu yaşarken de sevmemiştim. Yalnızca hayatı sevmiştim.
Hayatı daha yaşanabilir kılmak için de bu sevgiyi ona yöneltmiştim. Ölünce
siz de anlayacaksınız; aşk, aslında yaşam sevgisinin anlaşılmaz bir
yansımasıdır. Ölü birinin aforizması olarak zihninizin bir köşesine yazın
bunu. Ölüler yaşayanlardan daha çok şey bilirler.
Yaşayanlardan daha çok şey bilen bir ölü olarak 'ölümün hiçbir şey olduğunu'
yine söylüyorum size. Evet, ölüm hiçbir şeydir. Yaşamaksa herşey... Sakın
korkmayın ölümden. Yalnızca eksik yaşamaktan korkun. Ve hayatı sevin. Ama
eğer hala uğruna yaşadığınız birşeyler varsa... Bazı insanlar sevdiklerinin
uğruna ölmeyi düşünürler. Siz bunu düşünmeyin. Çünkü ancak yaşarken
sevebilirsiniz.
Yaşamak ağır bir yükümlülük olduğu gibi bir haktır da... Ama eğer; hiçbir
şeyi sevemeyecek duruma gelirseniz bu yükümlülüğü yerine getiremez ve yaşama
hakkınızı kaybedersiniz. Sahip olduğunuz güzellikleri yitirmek bu hakkı alır
sizden. Bir çiçeği düşünün. Solarken hiç de güzel değildir. Güzelliğinin
doruğunda kendi iradesiyle ölmek varken, yaşayarak acı çekmek ve
çirkinleşerek yazgısıyla ölmek zorundadır.
Ben; artık uğruna yaşayacağım hiçbir şey olmadığı için öldüm. Tanrı
insanları; yazgılarını zamanında betimlemeleri ve onu değiştirmeleri için
yaratmıştır. Bense yazgımı zamanında betimleyemedim ve onu değiştiremedim.
Böylece kaybettim. Uğruna yaşadığım şeyleri.... Anılarımı, kendi tarihimi,
kutsal dumanımı, yabanıl kuşumu, mızrabımı, klavyemi, karanlıkta
gülümsemeyi, bütün imgelerimi ve yaşama hakkımı...
Oysa insan yazgısıyla kazanmak veya kaybetmek için değil, iradesiyle
kazanmak veya kaybetmek için yaratılmıştır. İradenin; yazgı karşısındaki
umarsızlığı beni ölüme sürükledi. Artık bir zavallıdan başka hiçbir şey
olmayan irademle yapıp edebileceğim en son ve en büyük şeyi yapmaya karar
verdim. Ölmeye...
Ve böylece işte bu odaya, cinayet mekanına geldim. Kendimi vurmaya
hazırlanıyordum ki, silahlı bir adam çıkageldi. Önceden tanıdığım ve
sevmediğim bir adam...
Tanrım! Yazgım ne garipti? Adam beni öldürmek istiyordu. Çünkü hiçbir şey
söylemeden silahının namlusunu bana doğrultmuş ve bir el ateş etmişti. Bense
önümdeki koltuğun ardına gizlenmiştim. İlk kurşun boşa gitmişti.
Oysa; onun yapmak istediği şeyi yapmaya çoktan karar vermiştim. Ama o, benim
intihar edeceğimi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Elimdeki tabancayı da
görmemişti.
Koltuğun ardına gizlendikten sonra silahımı alnıma dayayıp ateşledim. Yani
-beni öldürmeye gelen adamın cinayet mekanından uzaklaşırken düşürdüğü-
Baretta'dan çıkan kurşunla değil, elimdeki Tarıq'dan çıkan kurşunla can
verdim. Böylece hem kendi istediğimi, hem de onun istediğini yapmış oldum.
Evet, katil benim ve ben katilim. Ve alnımdaki şu kurşun yarası hala genç
bir kızın ateşli dudakları gibi...
İşte bütün öykü bu.

Ferhat ÜNLÜ